TÜRKİYE’NİN DIŞ POLİTİKASININ DİNAMİKLERİ
KOMŞULARIMIZ – AVRASYA COĞRAFYASI – TÜRK DEVLET VE TOPLULUKLARI – RUSYA FEDERASYONU – ÇİN – AB – ABD
İsmail Cengiz
Öncelikle altını çizerek şu hususu dikkatlerinize sunmak istiyorum: İçinde bulunduğumuz Edirne’den Ardahan’a kadar uzanan vatan parçası Türkiye her bakımdan kuşatılmış durumda olup ülke bütünlüğümüz, güvenliğimiz ve geleceğimiz ciddi bir tehdit altındadır. “Tehdit” kelimesini biraz daha yumuşatmak gerekirse, Türkiye’nin sırat köprüsü misali çok ciddi bir geçiş süreci yaşadığını bilmemiz ve gelişen olayları da buna göre yorumlamamız gerekir.
Stratejik bakımdan çok önemli bir coğrafi konuma sahip olan Türkiye’nin bir başka önemli özelliği ise dünya üzerindeki Türk Devlet ve Topluluklarının her bakımdan “sigortası” konumunda olmasıdır. Bir başka önemli nokta ise “değerler” ve “gelenekler”le birlikte yaşatılan “demokratik ve modern İslam” anlayışının tek temsilcisi yine Türkiye’dir.
İşte bu üç temel özelliklerinden dolayıdır ki, ülkemiz tarihin her döneminde uluslararası güçlerin özel ilgisine maruz kalmıştır.
Atatürk’ün emanet ettiği “milli politikalar”ın zaman içerisinde maalesef rafa kaldırılmasından sonra ortaya çıkan “teslimiyetçi politikalar” veya “nemelazımcı siyaset anlayışı” nedeniyle, içinde bulunduğumuz coğrafyamız sürekli “kuşatılma” altında tutulmuştur. Ülkemiz ekonomiden siyasete hemen her alanda pasifize edilmek istenmiş ve bunda da maalesef başarılı olunmuştur.
“Kuşatılmak”tan kastedilen askeri bir kuşatma değildir. Ama bundan da tehlikeli olan “beyin kuşatması “ operasyonu hızlı bir şekilde gözlerimizin önünde uygulanmaktadır.
Son beş yıla girdiğimizde “komşularla sıfır sorun” anlayışına bağlı yürütülmek istenen dış politika stratejisi sebepleri ne olursa olsun başarılı olmamıştır. Mısır, Libya, Tunus gibi Osmanlı yadigarı ülkelerde de çıkan iç karışıklıklar, ummadığımız hadiseler Türkiye’nin İslam Dünyası’na yönelik dış siyasetine ciddi darbe vurmuştur. Yakın komşular ve Ortadoğu (Arap Dünyası)’da sürekli yenilenen kargaşalardan dolayı başını kaldıramayan “Ankara”, maalesef Özel sonrası Türk Dünyası’nı askıya almış, Makedonya, Kosova ve Bosna-Hersek’e verilen desteğin onda biri dahi Türk Devlet ve Topluluklarından esirgemiştir. Makedonya’ya verilen desteğin onda biri Nahçıvan’a verilmemiştir. Afrika’ya dahi maddi yardımda bulunan TİKA kurumu her nedense Türkmenlerin yoğun olarak yaşadığı tarihi Kerkük ve çevresindeki soydaşlarımıza yönelik ciddi bir desteği görülmemektedir. Hiç değilse oradaki tarihi Türk anıt eserleri, Kerkük Kalesi, tarihi Türk mezarlıkları koruma altına alınarak restore edilebilirdi…
Yıllardır “ileri karakol vazifesi görüyorlar” diye ülkemize gelmelerine izin vermediğimiz, kendi kaderlerine terk ettiğimiz Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkaslar’daki soydaşlarımız “Ankara”nın ilgisizliğine rağmen milli kimlik ve varlıklarını sürdürme gayreti içinde bulunmaktadırlar.
Bulgaristan : Bulgaristan’ın bağımsızlığını elde edeceği daha önceden bilindiği halde, bu ülkeden yüz binlerce soydaşımızın Türkiye’ye göç etmesine göz yumulmuş ve neticede Bulgaristan’daki Türk nüfusu bu yöntemle azaltılmıştır. Eğer gerekli stratejiler uygulansaydı bugün Bulgaristan Parlamentosu’nda % 15 değil, % 30 oranında Türk nüfusunun siyasi etkisi rol oynuyor olacaktı. Yine de geç kalınmış değil. Akıllı bir siyasetle Türklerin kurduğu parti her zaman Bulgaristan Parlamentosu’nda etkin bir rol oynayabilir.
Romanya : Romanya’da da bir nebze bu sıkıntıyı yaşadık. Ancak bu ülkeden çok ciddi göç olayı gerçekleşmedi. Bugün Dobruca yöresinde on binlerce Tatar Türkü ve Osmanlı evladı bulunmaktadır. Bu ülke ile karşılıklı kültürel ilişkiler artırılmalı, soydaşlarımızın Bulgaristan’da olduğu gibi Romanya’da da her alanda kilit konuma gelmelerini sağlayıcı önlemler alınmalıdır.
Yunanistan : Bulgaristan’daki benzer durum Yunanistan ile de yaşandı. Bu ülkeden de çok ciddi göç olayı gerçekleşti. Çeşitli ekonomik ve siyasi baskılarla bu ülkedeki soydaşlarımız Türkiye’ye göçe zorlandı. Ama ne hikmetse, belki de Lozan Anlaşması’’da görüşüldüğü için olsa gerek “Ankara”, daha fazla göçe izin vermedi. Bugün Batı Trakya bölgesinde sayıları 300 bin civarında soydaşımız varlık mücadelesini sürdürmeye devam etmektedirler. Ne var ki Lozan Anlaşmasıyla milli kimlikleri koruma altına alınması gereken Batı Trakya’da bugün hala “Türk’üm” demek suç olarak algılanmaktadır. Güya AB üyesi olan Yunanistan’ın bu “ırkçı yaklaşımı” karşısında nedense AB gerekli duyarlılığı göstermemektedir. Her ne kadar zaman zaman iki ülke arasında zeytin dalları uzatılıyor olsa da, Yunanlının “Megola İdea” hayali devam edecektir. Bu hayal devam ettiği sürece sorunlar da devam edecektir.
Adalar : İtalyanların bize “alın” dediği fakat “yük olur” anlayışıyla Yunanistan’a verilmesine ses çıkarmadığımız Girit ve On iki adalarda bugün sadece “hatıralarımız” kalmıştır. Bunun ötesinde burnumuzun dibindeki bu adalar silahlandırılarak her biri patlayacak bir bomba haline getirilmek suretiyle ülkemizin batı kıyıları abluka altına alınmıştır.
Kıbrıs : Kıbrıs konusunda yaşananlar ise tam bir talihsizliktir. “Bağımsızlık” ve “Özgürlük” gibi değerler AB uğruna hiçe sayılacak duruma getirilmiştir. Ama adada “milli direnç” hakimdir ve her şeye rağmen mücadele sürdürülmektedir. Ben Rum tarafının asla çözüme yönelik katkıda bulunacağına inanmadığım gibi, Türk tarafında hangi parti iktidarda olursa olsun “çözümden yana barışçıl siyaset” ile Rum siyasetine ve AB dayatmasına darbe vuracağına inanıyorum ve hür dünyanın gönülden istemeseler de Rum’un dayatmalarına artık daha fazla tahammül göstereceklerini sanmıyorum. Ada’da; BM üyesi iki kurucu devlete dayalı, Türklerle Rumların siyaseten eşit olduğu, kuzeye yönelik izolasyonların kaldırıldığı, sınırların korunduğu aslında biraz “gevşek federasyon”a doğru yola çıkıldığını düşünüyorum.
Suriye : İç karışıklığın ötesinde katliamların yaşandığı komşumuz Suriye’de 2 milyon civarında soydaşımız bulunmaktadır. Güney sınırımızın hemen öte yakasındaki köylerde 100 bin kişinin üzerinde Bayır-Bucak Türkmeni yaşamaktadır. Kuzey Irak’taki gelişmeler göz önüne getirildiğinde Suriye’nin kuzeyinde yaşayan Bayır-Bucak Türkmenleri’nin önemi kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.
Geçmişte büyük sıkıntılar yaşayan hatta Türkiye’ye gelmelerine dahi izin verilmeyen Bayır-Bucak Türkmenleri ile ilişkiler geliştirilmeli, onların kalkınmalarını sağlayıcı kültürel, ekonomik destekler sağlanmalıdır. Soydaşlarımız koruma altına alınmalı, sdevam eden olaylar dikkate alınarak onların kendi silahlı birliklerini kurmalarına imkan sağlanmalıdır.
Ukrayna ve Kırım : Karadeniz üzerinden deniz komşumuz olan Ukrayna, bu ülke sınırları içindeki Kırım bölgesinden dolayı sıcak ilişkiler kurmamız gereken bir ülke konumundadır. Nükleer güce sahip olan Ukrayna’da Kırım Tatarları’na ilaveten sayıları bir milyona yaklaşan Türk kökenli nüfusun yaşadığı bilinmektedir. Bir Türk bölgesi olan Kırım yarımadasının İnebolu’dan uzaklığı sadece 146 deniz milidir. Ancak bu ülke ile ilişkilerin de yeterli sevide olduğunu maalesef söylemek mümkün değildir. 52 milyon nüfuslu Ukrayna’nın NATO ile ilişkilerini geliştirmeye yönelik politika takip etmesi, AB üyelik sürecinin gündemde olması, Rus etkisinden çıkma arayışı içinde bulunması gibi nedenler bizim bu ülke ile daha aktif bir politika izlememiz gerektiğini ortaya koymaktadır.
Bölgedeki Kırım Türkleri, iki ülke arasındaki ilişkilerin gelişmesinde etkin rol oynayabilecek güce gelmeleri temin edilmelidir.
Nahçıvan ve Karabağ : Kuzeyde Nahçıvan ve Ermenilerce işgal altında tutulan Azerbaycan toprağı Karabağ ve doğu sınırımız İran’daki soydaşlarımızın durumları hepinizin malumudur. Ermenistan’ın işgal ettiği Karabağ toprakları, Türkiye ile Azerbaycan arasında bir geçiş köprüsü rolünü ifa etmekteydi. Ortaasya’ya açılan kapının bu işgalle kapatılması sağlanarak, Türkiye kuzeydoğudan da abluka altına alınmak istenmektedir. Ayrıca biliyorsunuz 24 Nisan günü sözde Ermeni Soykırımı iddiası temcit pilavı gibi sürekli gündeme getirilecektir. Bu sorun tamamen sun’i bir sorundan ibaret olup, bundan amaçlanan Türkiye’nin yeni hamleler yapmasının önünü kesmektir. Gerçekte soykırım olmamıştır. İnsanlık suçu işlediğimiz imajı yaratılmak istenmektedir.
Halbuki 1992 yılı 25-26 Şubat tarihlerinde Ermenilerin işgal ettikleri Karabağ’a bağlı 8000 nüfuslu Hocalı’da gerçekleştirdikleri vahşete baktığınızda Ermeniler’in soykırım iddiasının bir masaldan ibaret kalacağını görürsünüz. Ayrıca 1915-1920 döneminde Türk soykırımı yaşanmıştır. Bugünkü Ermenistan katledilen on binlerce Türk’ün kanları üzerine kurulmuş bir devlettir. Ne var ki Karabağ’da, Hocalı’da, Kıbrıs’ta, Batı Trakya’da, Kırım’da, Doğu Türkistan’da yaşanan Türk soykırımını dile getiren, dünya kamuoyuna sunan hiçbir ciddi bir çalışma yoktur, var olanlar da Ankara tarafından desteklenmemiştir. Ermeni sorununun ardından “Rum soykırımı”, onun ardından “Süryani soykırımı” gündeme taşınacak ve vakti geldiğinde “Kürt Soykırımı” iddiası da ortaya atılacak ve bu şekilde Türkler sürekli meşgul edilmek suretiyle Türkiye’nin gelişme yönünde hamle yapması engellenmek istenmektedir.
Ayrıca Türkiye, Gürcistan, Azerbaycan ve İran’ın ortasında bulunan Ermenistan’ın Rusya ile olan ilişkileri dikkate alınması gerekir. Rusya’nın bu ülkede askeri üssü bulunmaktadır. Ve Ermenistan’ın Türkiye sınırı Rusya Sınır Kuvvetlerine mensup askerler tarafından korunmaktadır. Toplam 29 askeri karakol ve 10 bin Rus askeri görev yapmaktadır. Rusya’nın güneydeki tek müttefiki olarak nitelendirilen Ermenistan’daki Rus askeri varlığı, ve bu gücün üstün nitelikli savaş uçakları, sofistike füze sistemleri, S-400 özel patriot sistemleri gibi stratejik ve taktik silahlarla donatılmış olması, ülkemize yönelik tehdidin hangi aşamada olduğunu göstermektedir. Yapılacak olan, ülkemize yönelik her çeşit füze tehdidine karşı ulusal füze programını gündeme taşıyarak duyarlı ve akılcı bir ulusal politika sergilemektir.
Kafkasya ve Ahıska Türkleri : Türkiye’nin kuzey doğusunda yer alan Kafkasya tarihi coğrafyamızın önemli bir parçası olup, “Anayurt” ile “Anadolu” toprakları arasında bir köprü rolünü ifa etmektedir. Dolayısıyla Türk Dünyası açısından önemli bir jeopolitik bölgedir. Kafkasya üzerinden; Karadeniz’in kuzey ve doğu kıyılarını, Hazar havzasını ve buralarla bağlantılı ekonomik kaynakları ve enerji hatlarını dolaylı olarak kontrol etmek mümkündür. Bölgenin öneminden dolayıdır ki, Türkiye ile Türk Devlet ve Toplulukları arasındaki bağlantıyı kesmek için “Ermenistan” diye suni bir devletçik kurdurulmuştur. “Mesket Türkleri” diye de bilinen Ahıska Türkleri’nin 1944 yılında Kırım Türkleri ile beraber gerçek vatanları Kafkasya’dan sürgüne gönderilmelerinin en önemli sebebi de “Anadolu” ile “Anayurt” arasındaki kurdukları köprüdür. Türkiye sınırından sadece 12 km uzaklıktaki Ahıska bölgesi’ne eski ve asıl sahiplerinin yeniden iskan edilmesi noktasında “Ankara”, BM nezdinde gerekli ve kararlı girişimlerini sürdürmelidir. Ahıskalılar’ın Gürcistan ve Ermenistan sınırları içinde kalan kendi yurtlarında iskan etmelerini sağlayıcı önlemler alınmalıdır. Bu konuda Avrupa Konseyi’nin Ahıska Türklerine ilişkin almış olduğu Gürcistan’ı bağlayıcı kararından faydalanılmalıdır.
Gürcistan ve Acaralar : Kafkasya’nın sorunlu ülkelerinden Gürcistan’ın bağımsızlığını ilk tanıyan ülkelerin başında gelen Türkiye’nin Ermenistan’ın tutumu nedeniyle kuzey-doğu’da Gürcistan ağırlıklı bir politika izlemeye çalıştığı görülmektedir. Orta Asya coğrafyası ile bağlantının Gürcistan üzerinden yürütülmesi arayışı içine giren Türkiye hemen her alanda yakın bir ilişki içinde olmaya özen göstermiştir. Bugünkü Gürcistan’da yaşayan Gürcü nüfusu kadar Müslüman Gürcü’nün (Acara’nın) Türkiye’de yaşadığı göz önüne alındığında, bu ülke ile ilişkilerin çok daha aktif ve köklü olması gerekmekteydi. Ne var ki geleneksel siyasetin dışına çıkılmadı. Şüphesiz Rusya’nın bu ülkeye yönelik siyaseti daha fazla aktif politika yürütülmesine engel olmuştur. Gürcistan’daki Türkiye yanlısı, demokrasi yanlısı potansiyelin desteklenmesi, iç dinamiklerin iyileştirilmesi ve Ahıska Türklerinin evlerine dönmeleri gibi konularda Ankara pasif ve risksiz politika uygulamış ve Gürcistan’daki gelişmelerin arkasında kalmıştır. Netice böyle olunca, milli irade ortaya konulmayınca Türkiye’nin, kendi çıkarlarını temel alan politikadan ziyade, ABD ve batılı devletlerin ihtiyaçlarını dikkate alan bir “taşeron siyaset” çizgisinde hareket eden bir politika izlediği görülmüştür. Son yıllarda bu ülke ile olan ilişkiler sevindirici boyuttadır. Karşılıklı vizelerin kalkmış olması önemli bir gelişmedir. Akraba bağlarımızın olduğu bu ülke ve halkı ile ortak tarihi, kültürel geçmişimiz, ortak geleneklerimiz göz önünde bulundurularak ilişkiler ve işbirlikleri her alanda arıtılmalıdır.
İran : Öyle sanıyorum ki, yakın gelecekte İran’da rejim değişikliği sonrası kuzeydoğu ve doğu sınırımızda önemli gelişmeler yaşanacaktır. Özellikle son aylarda gerginleşen ABD-İran ilişkileri bağlamında İran Azerbaycan’ındaki Türklerin durumu önem kazanmıştır. Güney Azerbaycan olarak adlandırılan bölgedeki Türk nüfusu İran nüfusunun yaklaşık % 40’nı oluşturmaktadır ki, bu önemli bir rakamdır. İran’daki yaklaşık 30 milyonluk Türk nüfusu, doğu sınırımızda ülkemiz açısından bir güvencedir. İran’da “fars şovenizmi”nin devri tükenmek üzeredir. Türklerin mevcut rejimde Farsların tahakkümü altında uzun süre yaşamaları imkansız hale gelmiştir. Artık Irak’ta olduğu gibi İran’ın da yeni bir sürece girme ihtimali söz konusudur. Türkiye bu yeni sürece şimdiden katkıda bulunmalı, Irak’ta düşülen hatalar burada tekrar edilmemelidir. Şimdiden gerekli hazırlıklar başlatılmalı, kültürel, ekonomik, siyasi altyapının kurulması sağlanarak, buradaki soydaşlarımızın geleceğe hazır olmaları temin edilmelidir.
Bu bağlamda Ankara’nın özellikle “Bakü” ile oldukça sıcak ilişkiler içinde olması gerekmektedir. Çünkü “Bakü”nün Tebriz üzerinde küçümsenmeyecek bir siyasi, dini ağırlığı vardır.
Irak : Güneydoğu sınırımızın öte yakasında ise bütünlüğümüzü, güvenliğimizi ve geleceğimizi yakından ilgilendiren sıcak gelişmeler yaşanmaktadır. Malumunuz Irak’ta iki milyonun üzerinde soydaşımız bulunmaktadır. Osmanlı sonrası adeta ileri karakol olarak ülkemizin gözü kulağı olan ve direnç noktasını oluşturan soydaşlarımız bugün maalesef diğer bölgelerde yaşandığı gibi kendi kaderlerine terk edilmiş durumdadırlar. Ankara, “durum tespiti”nin ötesinde hiçbir şekilde ağırlığını koyamamış ve neticede tarihi Türkmen şehri Kerkük, Tuzhurmatu, Altınköprü, Telafer ve diğer Türkmen bölgeleri, bölgedeki Kürt aşiretlerinin ve Arapların merhametine terkedilmiştir. Yapılan seçimlerde Türkmenlerin demokratik hakları her türlü hile ile çiğnenmiştir. Bugün güneydoğu sınırımızın öte yakasında oluşturulan “Kuzey Irak Bölgesi” tamamiyle Kürtlerin denetimi altına bırakılmış ve Ankara’nın seyirci kalmasıyla ülke bütünlüğümüz tehdit altına sokulmuştur. Terör örgütü PKK’nın muhatap olarak kabul edilerek çözüm sürecine gidilmesi, kabul edilmesi zor durum olmakla beraber çatışmaların durması, olumlu gelişme olarak değerlendirilmektedir. Bölgedeki gelişmeler mercek altında tutulmaz ise, güneydoğu bölgemiz de başka gelişmelerin olma ihtimali söz konusu olabilecektir.
Peki neler yapılması gerekir sorusunun cevabı açıktır. Gecikmiş olmakla beraber, milli iradenin şekillenmesi durumunda, mevcut şartlara göre oluşturulacak bir strateji ile Türkiye her alanda bölgede ağırlığını hissettirebilecek güce ve kozlara sahiptir.
Rusya Federasyonu : Hiç şüphesiz Ruslar, tarihi ve coğrafi komşumuz olarak, din ve ırk ayrımının ötesinde geleneksel kültür bakımından bize yakın milletlerden biridir. 1990 öncesi komünist rejimden kaynaklanan çatışmalar ve “soğukluğun” yerini rejimin sona ermesiyle “işbirliği” ve “yakınlaşma” almıştır. Elbette her iki ülke arasında “menfaat çatışması” olmakla birlikte, “ortak değerlerimiz”, “ortak çıkarlarımız” ABD’den ve Batı ülkelerinden daha fazladır.
Bugün Rusya Federasyonu sınırları içinde milyonlarla ifade edilebilecek, .Türkiye nüfusu kadar Türk kökenli nüfus ve Tataristan, Başkurdistan, Yakutistan, Çuvaşistan gibi zengin yer altı kaynaklara sahip Türk Özerk Cumhuriyetleri ve Bölgeleri vardır.
Türkiye, Moskova ile ilişkilerini “ayrılıkçı” gözle değil, “yapıcı” bir gözle yeniden gözden geçirmeli, gelecekte olası tehditlere karşı siyasi birlikteliğin temelleri hızla atılmalıdır. Böyle bir birlikteliğin alt yapısı mevcuttur. Aslında Avrasya coğrafyasında aynı kaderi paylaşan Rus ve Türkler arasındaki yakınlaşma Asya Birliği’nin oluşumunu sağlayabilir ve diğer ülkelerle birlikte yeni bir güç dengesi ortaya çıkabilir. Böyle bir denge; doğudaki Çin tehdidine ve batıdaki ABD yayılmacılığına karşı emniyet rolü ifa edeceğinden dünya barışına da muhakkak ki önemli katkı sağlayacaktır.
Buraya kadar sınır komşularımızda yaşayan soydaşlarımızın durumlarını ve bu ülkelerle olan ilişkileri kısa hatlarıyla özetlemiş olduk. Görülen odur ki, kuşatılmaya rağmen Türkiye’nin elinde önemli kozlar mevcuttur. Yapılması gereken; ön ve arka bahçemizdeki bize ait olan, bizden olan soydaşlarımızın her alanda örgütlenmelerini sağlayıcı, onların milli kimliklerini ve çıkarlarını ulusal bir politika takip etmektir.
AVRUPA BİRLİĞİ
Ülkemiz AB kapısında oyalanmak suretiyle, milli meselelerimizde sürekli tavizler kopartılmakta ve egemenliğimiz elimizden alınmak istenmektedir. Milli politikalarla bezenmiş Türkiye’nin AB’ne girmesi ülkemizin çıkarlarına olacaktır. Ancak AB, hiçbir zaman milli iradeye sahip bir Türkiye’yi içine almayacaktır. Eski Finlandiya Cumhurbaşkanı Martti Ahtisaari, müzakere sürecinin 10 yıl sürebileceğini ifade ederek, Türkiye’nin AB’ne tam üye olmasının aslında istenmediğini şu fıkra ile anlatmıştır:
“—AB kapısındaki ilk adaya soruyoruz. “İlk Atom Bombası ne zaman atıldı?”
–“1945 yılında…”
Tamam bildiniz diyor ve hemen içeriye alıyoruz.
–“İkinci aday ülkeye soruyoruz: “İlk Atom bombası nereye atıldı?”
–“Hiroşima’ya…”
–“Tamam, siz de bildiniz buyurun içeriye…”
Sıra Türkiye’nin adaylığına geliyor. Türkiye’ye soruyoruz:
–“Atom bombasının atıldığı Hiroşima’da kaç kişi öldü ve ölenlerin isimlerini alfabetik sırayla söyleyiniz?..”
Bilmem anlatabildim mi Türkiye üzerinde oynanan oyunları…
AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ
Hiç şüphesiz ki , ABD, “küresel bir güç”tür. ABD’nin bağımsız 192 ülkeden Küba, İran, Butan ve Kuzey Kore hariç hepsiyle diplomatik ilişkisi vardır. ABD’nin 135 ülkede askeri birlikleri bulunmaktadır. ABD, askeri açıdan dünyanın %70’ni kontrolü altında bulundurmaktadır. Her türlü silahla donatılmış yüzer savaş gemileri dünyanın etrafını abluka altına almıştır.
Dolayısıyla kendi milli politikasını geliştiremeyen ve ekonomik açıdan bağımlı hale gelen Türkiye’nin ABD yanında bir politika izlemesi şaşırtıcı değildir. Nitekim 1990’da Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından Türkiye, Türk Devlet ve Toplulukları ile ilişkilerinde ABD ile birlikte hareket etmiştir. Tüm temaslarda ABD “yüklenici”, Türkiye ise “taşeron” olarak birlikte işbirliğinde bulunmuşlardır. Ancak son dönemlerde nemelazımcı, teslimiyetçi politikalar ve yanlış stratejiler sonrası “taşeronluk görevimiz” dahi tehlikeye girmiş durumdadır. Bunun sebebini “güven zedelenmesi”ne dayandıranlar olmakla birlikte esas neden “ortak çıkarlar”ın kaybolmasıdır.
Dikkat edilecek veya benim için ilginç olan nokta, ABD’nin “Türk’ün hayat sahası”nda gezinmeye başladığıdır. Sanki bana ABD, Osmanlı’nın gittiği noktadan gidiyormuş gibi geliyor. Geçmişe kıyasla bugünkü teknik imkanları da göz önünde bulundurduğumuzda ABD’yi “Küresel İmparatorluğun merkezi” olarak nitelendirmek hiç de şaşırtıcı gelmiyor bana. Balkanlar… Afganistan… Orta Asya…Kafkaslar… Ve ardından Ortadoğu… Osmanlı’nın ayak bastığı, hüküm sürdüğü veya hüküm sürmek istediği her yerde bugün Amerika var…
Böyle bir manzara yada böyle bir öngörü karşısında akla hemen “Amerika; nasıl oluyor da bir yanda Irak’ta Türkmeni dışlayıp, İran’da rejim karşıtı Türk lider Çöhregani’yi destekleyerek iki eylemde aynı anda farklı muamele yapabiliyor?” gibi bir soru geliyor. Zaten sorunun içinde var olan cevap, Türk-Amerikan ilişkilerinde gelinen noktayı da özetliyor: Tutarsız politika… Teslimiyetçi zihniyet… Yanlış Stratejiler ve neticede güven zedelenmesi ve bunun akabinde karşımıza çıkan sonuç: “Küresel Çıkarlar”… Yada “Çıkarların Ayrılığı”… Veya “Çıkarlar Çatışması”… Adını ne koyarsanız koyun, Amerika Birleşik Devletleri, küresel lider olarak; olayların seyrine, yerine, şekline göre yeni stratejiler, oynak politikalar uygulayarak çıkarlarının gereğini yerine getiriyor…
Daha fazla söze gerek yok sanırım…
ORTA ASYA
Manevi coğrafyamızın temelini oluşturan Orta Asya’ya uzandığımızda, Türklerin gerçekten de dünya üzerinde önemli bir kavşakta olduğu görülecektir. Çin’in önünü kesen, Rusya’yı dizginleyen ve Asya’yı Avrupa’ya bağlayan Avrasya coğrafyası genelde Türklerin kontrolünde olması gereken bir bölgedir. Yeraltı ve yerüstü zengin kaynaklarıyla Avrasya coğrafyası, her bakımdan Türk Dünyasının potansiyel gücüne işaret etmektedir. Ne var ki, 1991 yılında bağımsızlıklarını kazanan Türk Devlet ve Toplulukları ile ilişkilerimizde yeterli ve gerekli hamleler yapılmamış, yapmak isteyenler de bir şekilde engellenmiştir. Bunun neticesinde Türkiye birkaç konu hariç, “taşeronluğun” ötesinde bir ilişki kuramamıştır. Bu coğrafyada yer alan Kazakistan, Türkmenistan, Kırgızistan, Tacikistan, Afganistan ve Özbekistan ülkeleri yer altı ve yerüstü kaynaklar bakımından oldukça zengin olmakla birlikte, tek başlarına bu zenginliği koruyabilecek ve geleceğe taşıyabilecek askeri güçten yoksun durumdadırlar. Rusya ve Çin arasında kalan bu ülkelerin mutlaka kendi aralarında bir “birlik” tesis etmeleri gerekmektedir. Bunun adı “Orta Asya Birliği” mi olur, “Türk Birliği” mi olur bilemem ama mutlak surette Türk Cumhuriyetlerinin Azerbaycan ve Türkiye’yi de içine alacak şekilde bir ortak çatı altında güçlerini birleştirmeleri kendi gelecekleri açısından önemlidir. Araplar’ın “Arap Birliği” var da, Türklerin neden olmasın? Neden “Avrupa Birliği”ne karşı Rusya’yı da içine alan bir “Asya Birliği” kurulmasın?… Geçen hafta Kazakistan Devlet Başkanı Nursultan Nazarbay bu konuda önemli bir adım atarak, Türk Cumhuriyetlerini birliğe davet etmesi, Kırgızistan ve Özbekistan Devlet Başkanlarının da açık destek vermeleri önemli bir gelişme olup, Ankara’nın da bu oluşumun alt yapısında katkıda bulunması kendi çıkarları gereğidir. Bu arada Afganistan’da yaklaşık 4 milyon Türk’ün yaşadığını unutmamak gerekir.
DOĞU TÜRKİSTAN UYGUR BÖLGESİ
Bu coğrafyadaki gezintimizin son durağı olan “Doğu Türkistan”, bilindiği üzere 1949 yılından bu yana Çin Halk Cumhuriyeti’ni oluşturan beş bölgeden biridir. Yaklaşık 30 milyon soydaşımızın yaşadığı, Türkiye’nin iki buçuk katı büyüklüğündeki Doğu Türkistan, stratejik bakımdan Asya’nın kalbi konumundaki tarihi Türk yurdudur. Çinliler tarafından “Sinkiang Uygur Özerk Bölgesi” olarak adlandırılan Doğu Türkistan’da –diktatör genel valilerin keyfi zulüm ve baskılarından dolayı– 1863, 1933 ve 1944 yıllarında olmak üzere üç defa bağımsız Hükümetler / Cumhuriyetler kurulmuştur. Petrol, Uranyum, Volfram, Kömür, Tungsten, Altın, Bakır gibi önemli ve zengin kaynaklara sahip olan bu Türk Bölgesi, açılmış mevcut kaynaklarıyla Çin Halk Cumhuriyeti’nin yaklaşık % 20’nin ihtiyacını temin etmektedir. Çin’in batıya açılan kapısı durumundaki Doğu Türkistan, bu stratejik konumu ve kaynaklarından dolayı her yıl on binlerce Çinli göçmen bölgeye yerleştirilmekte, yeni Çin yerleşim birimleri kurulmaktadır. Çin Halk Cumhuriyeti’nin hedefi, arzusu; Doğu Türkistan üzerinden Orta Asya Türk Cumhuriyetleri’ne sıçramak ve buradan da Türkiye üzerinden batıya açılmaktır. Çin’in ana hedefini “güneşin aydınlattığı yerlere hakim küresel güç olmak” olarak özetlemek mümkündür. Dolayısıyla bu ana hedefe ulaşılmasında Uygur Bölgesi’nin rolü Çinliler açısından son derece önemlidir.
ÇİN HALK CUMHURİYETİ
Çin yönetimi; Doğu Türkistan’ı “çıkış kapısı” olarak kullanıp, hem nüfus, hem askeri hem de ekonomik gücüyle bağımsız Orta Asya Türk Cumhuriyetlerine gözdağı vermek suretiyle bu bölgeyi abluka altına almayı, kuzeyden gelecek tehlike olarak gördüğü Rusya ile Avrasya coğrafyasındaki imkanları paylaşmak suretiyle bu ülkeyi pasif hale getirmeyi ve elbette Avrasya coğrafyasında bir “Türkistan Birliği”nin kurulmasının önüne geçmeyi öncelikli “emeller” olarak görmekte ve bu çerçevede Şanghay İşbirliği Örgütü’nü amaçları uğruna kullanmaktadır.
Pekin Yönetimi Avrasya coğrafyasına yönelik tüm bu stratejik planların uygulanmasında ise Türkiye’yi “mihenk taşı” olarak görmektedir. Dolayısıyla hem İslam ülkelerini hem de Türk Devlet ve Topluluklarını kendisine taraftar yapma ve kendini Avrupa’ya ve Ortadoğu’ya götüren yolda önemli bir “istasyon” olarak tanımladıkları Türkiye’yi “neye mal olursa olsun” yanına çekme noktasında ciddi adımlar atmaya başlamıştır. Kürt meselesinde, Kıbrıs meselesinde, Avrupa Birliği meselesinde, Türkiye’nin BM Güvenlik Konseyi’ne geçici üye olması noktasında Ankara’ya yakınlaşan politikalar izleyebileceği sinyallerini vermeye başlanmıştır. Nitekim 2012 ve 2013’de imzalanan anlaşmalarla, iki ülke arasında stratejik işbirliği ortaklığı kurulmuştur.
Hangi açıdan bakarsak bakalım, nüfus açısından olsun, ekonomik açıdan olsun nükleer güce sahip olan
Çin mevcut büyüme hızıyla “küresel güç”, “küresel lider” olma yolunda ilerlemektedir. Ancak Çin’in küresel lider olması, Türkistan Cumhuriyetleri, Türkiye, İran gibi ülkelerle olan işbirliğine ve enerji kaynaklarına olan hakimiyetine bağlıdır.
BOP yani “Büyük Ortadoğu Projesi”nin sınırlarının Avrasya’yı da içine alacak şekilde Çin sınırına kadar uzanmasının arkasında, ABD’nin Afganistan’a konuşlanmasının ve bu bölgede üsler kurmasının gerisinde Kırgızistan ve Özbekistan’da üsler açmasının temelinde arkasında sürekli gelişen, büyüyen ve güçlenen Çin gerçeği yer almaktadır.
Velhasıl, dünyada taşlar yerinde oynamaktadır. Yeni dengeler kurulmakta, yeni sınırlar çizilmektedir. Ortadoğu ve Avrasya coğrafyasındaki “sıkıntılar”ın son bulmasının ardından sıra Çin’e gelecektir. Küresel dengelerin şekillendirilmesinde aktif rol oynayan ABD hem kendi çıkarları hem de küresel bekçilik adına Çin’in büyümesinin önünü alabilecek her türlü tedbiri almaya yönelik stratejik planları uygulamaya koymak ve değerlendirmek durumundadır.
14 Eylül 2004 tarihinde Washington’da Amerika Parlamento Binası içerisinde kurulmasına izin verilen Doğu Türkistan Sürgün Hükümeti’nin ortaya çıkışını da işte bu çerçevede değerlendirmek gerekir. (*)
AVRASYA COĞRAFYASI ve TÜRK CDÜNYASI
Şu bir gerçek ki, “Türk Dünyası, çok büyük bir coğrafyayı ifade eder. Ortak soy, ortak dil, ortak din, ortak tarih, ortak kültür ve benzeri diğer ortak değerler, hep birlikte, bu coğrafyanın sınırlarını çizer.
Türk Dünyası dediğimiz olgunun temelinde, tarihin süzgecinden geçerken; kaderde, kıvançta ve tasada ortak, bölünmez bir bütün halinde hareket ediş, kendini bir bütünün ayrılmaz parçası olarak görüş vardır. Farklı etnik kökenden gelse, farklı bir dili konuşsa, farklı bir dine mensup olsa da, ortaklaşa olarak paylaşılan, aynı bir bütüne ait olma – kendini o bütünün bir parçası olarak görme – duygusu söz konusudur.”
“Teorik açıdan bakıldığında etnik köken elbette ki, temel belirleyicidir. Ancak, pratiğe –yani tarihe- dönülüp bakıldığında Türk Dünyasının sadece etnik temelli olarak görülmediği; bu öğeyi de ihtiva eden, daha geniş bir içeriğe sahip olduğu gerçeği ile karşılaşılır. Esasen; eğer kaynaklar kıt ve uluslar arası ilişkiler de özde bir kıt kaynak mücadelesi ise, Türk Dünyasının bu geniş içerikte ele alınması, milli menfaatler açısından, daha faydacı ve daha doğru bir yaklaşım olacaktır.”
Prof. Dr. Osman Metin Öztürk’ün yukarıdaki paragraftaki yorumundan; Türk Dünyasının hayat sahasının üç kıtada, aşağı yukarı 19 milyon km2’lik bir coğrafyayı oluşturduğu gerçeği ortaya çıkar.
SONUÇ
Güçlü bir siyasi organizmanın üç temel şartı olduğu söylenir: Genişlik… Dışarıda hareket serbestisi… İçeride birlik ve beraberlik…
“Genişlik”ten kasıt, coğrafi alandır. Türkiye; Adriyatik’den Çin Seddi’ne kadar uzanan geniş coğrafyada söz sahibi, pay sahibi ülkelerin başında yer almaktadır.
“Hareket Serbestisi” bakımından da Türkiye; bir ayağı Avrupa’da, bir ayağı Asya’da, bir kolu Ortadoğu’da olmak gibi avantajlı bir konuma sahip olan ender birkaç ülkeden biridir.
“İçeride birlik ve beraberlik” ise her bakımdan her sahada mevcuttur. Folklorumuz, Dilimiz, İnançlarımız, Nevruzumuz, Kaşgarlı Mahmudumuz, Yusuf Has Hacibimiz, Fuzulimiz bu birlik ve beraberliğin en önemli kanıtlarıdır.
Velhasıl “dünya devleti bir ülke” veya “bölgesinde lider ülke” olmamamız için hiçbir neden yoktur.
Sıkıntı aslında devletin temelinde var olan ve 5000 yıllık maziye sahip olan “örtülü milli siyaset”in uygulanmasında yaşanan zorluklardır…
Atatürk’ün ölümünden sonra örtülü milli siyasetin büyük ölçüde siyasal iktidarların tercihlerine bırakılmış olması, sahip olduğumuz hayat sahasında Türkiye’nin olması gereken mevkiye gelmesini engelleyen en önemli etkendir.
İşte Türkiye’nin farkına varamadığı hazinenin sırrını çözen ABD, “Ankara”nın dolduramadığı boşluğu doldurmaya başlamıştır.
Ancak hiçbir şey için geç kalınmış değildir.
Yeter ki, milli iradenin hakim olduğu ulusal politikalar üretilebilsin…
Yeter ki, “buralı iken oralı gibi” konuşmaktan vazgeçelim…
Yeter ki içimizdeki virüsleri, fareleri temizleyebilelim…
Yeter ki kendi evimize, kendi değerlerimize, kendi çıkarlarımıza, kendi insanlarımıza sahip çıkmayı bilelim….
Yeter ki, kiminle ne zaman, nereye kadar neden ve nasıl işbirliği yapabileceğimizi bilelim ve buna göre de örtülü milli siyasetimizi uygulayalım…
Birlik ve beraberliğimizi tehdit eden İçimizdeki virüsleri, değerlerimizi kemiren fareleri temizlediğimizde; genişliğimizi oluşturan coğrafi alanımız üzerindeki her Türk’ün derdine sahip çıktığımızda; dışarıda tıpkı Atatürk’ün yaptığı gibi mazlum ve mağdur milletlerin dertlerine derman olduğumuzda işte o zaman sözü dinlenir saygın bir ülke oluruz…
Sözün özü; bu geniş coğrafya üzerinde serbestçe hareket edilmek isteniyorsa… iktisadi kaynaklarımız ve çıkarlarımız korunmak isteniyorsa… velhasıl bölgesinde lider, dünya devleti olmak istiyorsak bir tek şart vardır, o da;
“Nerede Türk varsa, orada Türkiye olmalıdır…”
Ne mutlu Türk’üm diyene…
(*) Geniş Bilgi için bakınız: Sürgünde Doğu Türkistan Hükümeti. İsmail Cengiz, 2005 İstanbul, Doğu Türkistan Göçmenler Derneği Yayını Tel:0212.558 69 63